Ünlü komutan Selâhaddin-i Eyyûbî, Irak’ın Tikrit kentinde 1138 yılında dünyaya gelmiştir. Künyesi Yusuf bin Eyyub (Eyüp oğlu Yusuf) olup; Selâhaddin (selâh ed-din) onun lâkabıdır. Babası Necmeddin Eyyub, Selçuklu atabeyi (emir) İmadeddin Zengi’nin adamlarından olup; günümüz jeopolitiği dikkate alındığında Azerbaycan taraflarından göçerek, Ortadoğu’ya inmiştir.Baba sülâlesinin Türkmen (Oğuz/Ogur) mi, Kıpçak mı yahut Gurmanç mı olduğu konusu -kimi tarihçilerce- ihtilâflı bulunsa bile söz konusu bu toplulukların her birinin birer Türk boyu olduğu gerçeği de unutulmamalıdır. O döneme tanıklık eden bütün kaynaklar Selâhaddin’in Türk olduğu noktasında birleşmektedir. Kaldı ki Tolunoğulları ile başlayıp; Osmanlılara kadar geçen süreci yani Suriye, Mısır, Hicaz, Yemen, Kuzey Afrika gibi bölgelerin Türkler tarafından ele geçirilmesini “Oğuz Harekâtı” olarak tanımlayan tarihçiler de vardır.
Selâhaddin-i Eyyûbî’nin annesi, Selçukluların Harim emiri (vali) Şihabeddin Mahmud ibn Tokuş el-Harimî’nin kız kardeşidir. Dolayısı ile anne tarafının Oğuzlara (Türkmen) dayandığı kesin olarak bilinmektedir. Ki Tokuş ve/veya oğlu Mahmut gibi bey sülâlesinden gelen bir Türk ailesinin de kızlarını kendilerinden olmayan, sıradan yahut -konum olarak- kendilerinden aşağı tabakada birine vermesi çok zayıf bir olasılıktır.
Bir kişinin millî kimliği ile ilgili en önemli kaynakların başında kuşkusuz aile bireylerinin taşıdıkları adlar gelir. Selâhaddin-i Eyyûbî’nin erkek kardeşleri Muhammed Ebu Bekir, Şemsüddevle Turan Şah, Seyfilislâm Tuğtekin, Şehinşah (Şahinşah) ve Tacilmülük Buri (Böri, Börü) olarak sıralanmaktadır. Turan, Tuğtekin, Şehinşah, Buri diye giden kişi (şahıs) adlarının Türkçeye dolayısı ile Türklere ait olduğu da hiçbir şek ve şüpheye yer (mahal) bırakmayacak şekilde ortadadır. Yeri gelmişken İskandinav destanında Tanrı olarak geçen ve Türk ülkesinden gelerek İskandinav halkını düşmanlardan kurtardığı söylenen Odin Ata’nın dedesinin adının da Buri olduğunu hatırlatalım.
Selâhaddin’in aile bireyleri konusunda, Bitlis emiri (vali) Şeref Han tarafından kaleme alınmış olan “Şerefname” adlı esere de bakılabilir. Şerefname, Gurmançların (Kürt) tarihi ile ilgili ilk ve en önemli eserlerin başında gelmektedir. Yine Arap tarihçi Ebü’l Ferec “Tarih-i Muhtasar’üt Düvel” adlı eserinde Selâhaddin’in çocuklarının Turanşah, İlgazi gibi adlar taşıdıkları; Selâhaddin’in bizzat kendisinin, yeni doğmuş bir yeğenine “Atsız” adını verdiği; Mağrip taraflarına gönderilen orduya, Selâhaddin’in bir başka yeğeni Karakuş’un komuta ettiği gibi bilgiler yer almaktadır. Selâhaddin’in ailesi ile ilgili olarak başka kaynaklarda da erkek çocuklarının bazılarının Ağar, Melikşah, Turanşah gibi Türkçe adlar taşıdığı kesin olarak belirtilmektedir.
Selâhaddin Eyyubî’nin kız kardeşi Râbia Hâtun, Selçukluların Erbil Atabeyi olan aynı zamanda Türkmenlerin Beytigin sülâlesine mensup Ebu Saîd Muzafferüddin Gökbörü ile evlidir. Atabey Gökbörü, Kudüs’ün geri alınmasına vesile olan Hıttîn Savaşı’nda da Akka’nın fethinde de çok büyük yararlılıklar göstermiş bir komutan olduğu gibi, sıradan bir yerleşim birimi olarak devraldığı Erbil’i kısa sürede devrinin en parlak şehirlerinden biri yapan; şehri hanlar, hamamlar, hastaneler, medreselerle donatan bir devlet adamıdır da. Arafat’a ilk defa içme suyu getirmesi, Türk dünyasında hâlâ canlı bir şekilde sürdürülen mevlit töreni geleneğini başlatması da cabası!..
Selâhaddin Eyyubî’nin eşi Âmine Hatun, Oğuz (Türkmen) soyundan gelen Üner Bey’in kızı olup; künyesi “Âmine Hatun bin Üner” olarak kayıtlara geçmiştir. Selâhaddin’in ağabeyi Şehinşah da Oğuz/Türkmen soylu olan Kutlukız Hatun ile evlidir. Yani sadece kendi ailesi değil, hısım-akrabalık ilişkileri bulunan yakın çevresinde de Türkçe adlar kullanılmaktadır. Üstelik de İslâm’ın yanlış yorumlanmasından kaynaklanan Arapça ad koyma baskısına, takıntısına, yobazlığına rağmen!..
Büyük Selçuklu Devleti’nin Musul atabeyi dahası bir Avşar Türkmen’i olan Nureddin Zengi’nin, Haçlılara karşı oluşturulan ve -neredeyse- tamamı Türklerden oluşan bir orduya Türk olmayan birisini kumandan tayin etmesinin zayıf bir olasılık hatta imkânsız olacağı ortadadır. Arap tarihçi Übn’ül Vasıl “Müferriç’ül Kürüp” adlı eserinde söz konusu bu ordunun yüzde doksan nispetinde Türklerden oluştuğunu, geri kalan yüzde onluk kesimin ise cihat ve/veya ganimet amacıyla orduya katılmış olan Arap gönüllüler olduğunu bildirmektedir. Üstelik ordu komutanlarının tamamı Türkçe adlar taşımaktadır. Söz konusu ordu -bilindiği üzere- Hıttîn Savaşı’nda Haçlıları yenerek Kudüs’ü 88 yıl sonra tekrar Müslümanlara kazandırmıştır. İbn’ül Vasıl’ın eserini ilginç kılan hususlardan biri ise ordu komutanlarının at eti yiyip, kımız içtikleri bilgisidir kuşkusuz!. At etinin 13. yüzyıla kadar Anadolu’da da yendiği; Haçlı Seferleri vb. askerî zorunluluklar nedeniyle bu tarihten sonra atların kesiminin yasaklandığı bilinmektedir.
Haçlıların en ünlü komutanlarından biri olarak kabul edilen, aynı zamanda III. Haçlı Seferi’nin ana destekçilerinden (sponsor) olan dahası “Aslan Yürekli” lâkabıyla da anılan İngiltere kralı I. Richard, anılarında Selâhaddin Eyyubî için “O Türk” gibi ifadeler kullanmıştır. Yine o dönemin ünlü gezginlerinden (seyyah) İbn’ül Cübeyr de Şam’ı anlatırken, Sultan Selâhaddin’in askerleriyle çevgen (çevgan) oynadığından söz etmektedir ki çevgen (çevgan) oyununun hangi millete ait olduğunun tartışılacak bir yanı yoktur.
Ünlü tarihçi İbn-i Hallikan, bir eserinde Selâhaddin’in amcası Şirkuh’a atfen, “Şirkuh demiştir ki, bizim nesebimiz (soy kökümüz) Gök Böri’dir!” diye kayıt düşmüştür. Bu kayıttan hareketle Selâhaddin Eyyubî’nin, Azerbaycan taraflarından inerek Şam yöresinde Börüler (Böriler) Atabeyliğini kuran Oğuzlarla (Ogur, Uğur) bağlantılı olabileceği de göz önünde bulundurulmalıdır. Gökbörinin (Gökbörü) günümüzdeki karşılığının Bozkurt olmasından hareketle; Türeyiş Destanı’na bir vurgu da söz konusu olabilir. Yine Selâhaddin Eyyubî ile aynı dönemde yaşamış olan bir başka Arap tarihçi İbn-ül Kesi de “el-Bidâye ve’n Nihâye” adlı eserinde “Eyyûbî bir Türk prensidir. Hatta Türk olmayana hoşgörü göstermez. Kâfirlere karşı büyük savaşlar kazandı. Her zamanki gibi Türkler, İslâm dininin ayakta kalmasını sağladı.” diye yazmıştır.
1095 yılında Hama’da doğup, 93 yıllık ömründe 20’den fazla eser yazmış olan bir başka bilgin (âlim); Selâhaddin Eyyubî’nin döneminde yaşamış ve Haçlılara karşı yürütülen askerî harekâtlara (operation) eşlik etmiş olan Usame İbn Münkız, “Kitab-el İtibar” adlı eserinin 201. sayfasında şu olayı nakletmektedir: Kudüs’ün, Haçlılardan kurtarılması sonrasında Selâhaddin, yanında az bir kuvvetle kuzeye yönelmiş ve ana kuvvetle gelmekte olan Atabey Zengi’nin “Bizi bekle.” emrine rağmen Şam üzerine yürümüştür. Burada oldukça güçlü bir Haçlı kuvveti ile karşılaşılmış; Atabey Nureddin Zengi, asıl kuvvetlerle yetişmiş; “Ey (Eba/Ebu?) Musa, mahvolmak için mi otuz atlıyla Şam kapısına kadar geldin? Ne acelen vardı?” sözleriyle hem kendisinin hem de adamlarının hayatını yok yere tehlikeye attığı için Selâhaddin’i uyarmıştır. Olaya tanıklık eden Arap tarihçi, iki komutanın da Türkçe konuştuğunu hatta yer yer bağırıp-çağırmaya varacak kadar seslerini yükselttiklerini yazacaktır. Aynı tarihçi, Selâhaddin’in günlük hayatta Türkçe konuştuğunu da bildirmektedir. Söz konusu kitap, Philip Khuri Hitti (1886-1978) tarafından İngilizceye çevrilmiş; İngilizceden de Yusuf Ziya Cömert tarafından Türkçeye kazandırılmış ve “İbretler Kitabı” adıyla 1992 yılında İstanbul’da basılmıştır. Kısacası (vel’hâsıl) konuya ilgi duyanlar için erişimi kolay bir kaynaktır.
Dönemin ünlü şairlerinden İbn-i Sena’ül-mülk, Halep’in fethi üzerine yazdığı ve Selâhaddin Eyyubî’ye sunduğu bir methiyede (övgü şiiri) “Arap milleti, Türklerin devletiyle yüceldi. Ehl-i Salip (Haçlı) davası Eyyub’un oğlu tarafından perişan edildi.” dizelerine yer vermiştir. Ve yine sosyoloji biliminin kurucusu/kurucularından olduğu söylenen ünlü bilgin (âlim) İbn-i Haldun da Mukaddime adlı dünyaca ünlü eserinde Eyyubîler ve Memlükler hanedanlıklarının bir tek Türk devleti olduğunu belirtmiştir.
Selâhaddin Eyyubî’nin, 1187 yılındaki Hıttîn Savaşı’nda Haçlıları yenerek, Kudüs’ü geri alması; bu gelişme üzerine Avrupa’nın ayağa kalkması ve sonrasında III. Haçlı Seferi’nin başlaması; bir başka Türkmen hanedanlığı olan Anadolu Selçuklularının, Haçlıların, Anadolu’dan doğrudan (transit) geçişlerine izin vermeyerek Atabeylere ve sonrasında Eyyubîlere destek çıkmaları hatta karayolu ile gelen Haçlılara özellikle de Cermenlere (Almanlar) karşı verilen mücadelede II. Kılıçaslan’ın oğlu Kutbeddin’in bizzat başkomutan olarak görev alması gibi hususlar tarih araştırmaları açısından önemlidir. Öncesinde ise Süryani tarihçi Mihael, 1179 yılındaki Sultan İzzettin Kılıçaslan ile Selahattin Eyyubi arasındaki savaşa değinirken “her ikisinin de Türk olduğunu” belirtmiştir.
Sınırları Mısır, Suriye, Irak, Hicaz ve Yemen’e kadar uzanan Eyyubîler devletinin o zamanki Türk devlet geleneğine bağlı kalınarak Selâhaddin Eyyubî’nin oğulları arasında üleştirildiği (paylaştırıldığı) dahası bu geleneğin Eyyubîlerden önce Anadolu Selçuklularınca da uygulandığı; II. Kılıçaslan’ın, Anadolu’yu, daha sağlığında iken 11 oğlu arasında üleştirdiği de unutulmamalıdır. Haliyle Eyyubî devlet geleneği sırasıyla Karahanlı, Gazneli ve Selçuklu silsilesi ile bir yandan da gelişerek devam eden Türk devlet geleneğinin devamı niteliğindedir. Devletin simgesi Selçuklular, Artuklular ve Mengüceklilerde olduğu gibi bir kartal türü olan Tuğrul kuşudur. Macar Türkleri de “Turul” adını verdikleri bu kuşu ulusal simge olarak kabul etmektedirler. Bir başka çarpıcı bilgi ise, Eyyubîler zamanında devletin dili Türkçe olduğu gibi, sarayda da Türkçe konuşulmaktadır.
Çok iyi bir komutan olduğu kadar, devlet geleneğine sahip çok iyi bir idareci de olan Selâhaddin Eyyubî’nin, bütün başarılarına; İslâm dünyasındaki ününe, şöhretine rağmen kendisini başkomutan yapan ve Haçlılara karşı görevlendiren Musul Atabeyi Nureddin Zengi’ye karşı saygısızlık gibi algılanabilecek en küçük bir eylemin dahi içinde olmaması, Oğuz/Avşar boyundan olan Nureddin Zengi ölünceye kadar bağımsızlığını ilân etmemesi de dikkât edilecek hususların başında gelmektedir. Kaldı ki Selâhaddin Eyyubî yeni bir devlet de kurmamıştır. Zengilerin, Selçukluları örnek alarak kurumsallaştırdığı devlet, maliye ve ordu düzeni aynen korunmuştur. Üst düzey yönetici kadroları bile yerinde kalmıştır. Değişen sadece ve sadece hanedanlığın adıdır. Hatta Selâhaddin Eyyubî’nin, devlet içinde oluşabilecek herhangi bir çatlağı/çatışmayı önlemek için Atabey Zengi’nin dul eşi ile kâğıt üzerinde evlendiği de söylenmektedir. Türk tarihini daha iyi anlamak için boylar ve hanedanlıklar birer bayrak yarışçısı gibi düşünülmelidir. Eyyubî hanedanlığı da yerini Arap kaynaklarında “Ed-Devlet’it Turkiyya” olarak geçmesine rağmen Türkiye’de kimi tarihçilerin ne yazık ki Memlükler (Kölemenler) olarak adlandırdığı bir başka Türk hanedanlığına bırakmıştır. Üstelik 1250 yılında Aybek tarafından kurulan, 1260’da hükümdar olan Kutuz’la Moğollara ilk yenilgi acısını tattıran, onun ardından başa geçen Kırım Türk’ü Sultan Baybars’la son Haçlı kalıntılarını temizleyen Memlükler ilk başlarda bir hanedanlık da değildir. Hükümdarlar, ordu komutanları arasından seçimle gelmektedir. Oğuz/Avşar boyundan Selçuklu Atabeyi Nureddin Zengi tarafından kurulduktan sonra sırasıyla Zengi ve Eyyubî hanedanlıkları sonrasında ise Kıpçaklar ve Çerkezler tarafından yönetilerek 1517 yılına kadar gelen Ortadoğu Türk Devleti’ne (Ed-Devlet’it Turkiyya) Oğuz/Kayı boyundan Yavuz Sultan Selim son vermiştir. Üstelik ongunu “şah kartalı” olan Oğuz/Avşar boyuna mensup olan Atabey Nureddin Zengi zamanında kabul edilen sarı zemin üzerine bordo renkli kartal” simgeli devlet bayrağı 1517 yılına kadar hiç değiştirilmeden kullanılmıştır. Yeri gelmişken; sarı rengin Türk devlet geleneğinde egemenliği simgelediği; bordo renge, Türk kültüründe “vişneçürüğü” dendiği yine ayrıca Şah İsmail’in askerlerinin vişneçürüğü renginde ve 12 dilimli börkler giydiği, “Kızılbaş” teriminin buradan geldiği de unutulmamalıdır.
“Şark (Doğu) Kartalı” olarak da anılan Selâhaddin Eyyubî, 1193 yılında Şam’da ölmüş ve yine bu kentte toprağa verilmiştir. Öldüğü zaman ardında bıraktığı bütün mal varlığı 1 altın dinar ve 36 (bazı kaynaklarda 37) bakır dirhemden ibarettir. Ünlü komutanın türbesi, Emeviye Camisi yakınında bulunmaktadır. Yeri gelmişken türbe geleneğinin daha çok Türklere özgü bir uygulama olduğu ve Türk devletlerinin hâkimiyet sahalarında yaygınlaştığı da unutulmamalıdır. Günümüzde, Irak’ın Selâhaddin kenti ve yine “Selâhaddin Kartalı” ünlü komutan Selâhaddin Eyyubî’den günümüze kalmış birer hatıradır. Ardında iz bırakmış aydınlarımızdan olan gazeteci-yazar Necdet Sevinç de Selâhaddin Eyyubî için “İslâm’ın bu efsanevî kılıcı, kültür itibariyle olduğu kadar, soy itibariyle de Türk’tür. Devleti de Türk Devleti’dir.” demiştir. Türk-İslâm dünyasının ünlü komutanının ruhu şad, mekânı cennet olsun.
Aziz Dolu Atabey
The Wall